Alexander Vallaury’s Late Works On İzmir, Thessaloniki And Eminönü Customs Houses And Notes On The Agenda Of Ottoman Architecture At The Turn Of The Century

Seda KULA SAY

Abstract


ALEXANDRE VALLAURI’NIN  İZMİR, SELANİK VE EMİNÖNÜ GÜMRÜK BİNALARINA İLİŞKİN ÇALIŞMALARI VE YÜZYIL DÖNÜŞÜNDE OSMANLI MİMARLIĞININ GÜNDEMİNE DAİR NOTLAR

 

Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında deniz kıyısı kentlerde büyük dönüşümler yaşanmıştır.  Sözkonusu kentlere  ‘liman kenti’ sıfatını kazandıran bu dönüşüm, öncelikle rıhtım, liman ve gümrük tesislerinin inşasını ve deniz kıyılarının yeniden düzenlenmesini, bunun yanı sıra kente modern yaşamın gerekliliklerine uygun yapıların kazandırılmasını içeriyordu. Dönüşümü tetikleyen faktörler, önce devletin gelişen deniz ticaretine entegre olma yönündeki siyaseti, 1870’lerden itibaren ise Osmanlı imparatorluğu üstünde güç sahibi olmaya çalışan Avrupalıların rekabeti olmuştu. Bir yandan kaçakçılığı önleyip, gelirlerini artırmaya çalışan, öte yandan ise liman kentlerine Avrupalı, modern bir imaj kazandırmaya çalışan Osmanlı Devleti için, düz bir hat halinde doldurulmuş kıyılar üstünde Avrupa kentleri benzeri donatı ve görünüşe sahip rıhtım, liman ve gümrük inşası önemliydi.  Öte yandan koloniyal liman kentleri ile ulus devletlerin limanlarına kıyasla bir tür serbest bölge niteliğindeki Osmanlı liman kentleri, yabancı sermaye için cazip bir konumdaydı.

 

Geç Osmanlı mimarlığının tanınmış mimarı Alexander Vallauri, 1889-1910 arasında Osmanlı Devleti’nin Rüsumat (Gümrükler) Emaneti mimarlığı görevini yürütmesi nedeniyle, dönemin mimarlık ve mühendislik gündeminin başlıca konusu olan liman kentlerinin reorganizasyonu ve modernizasyonu projelerinde kilit bir konumdaydı. Bu makalede, geç Osmanlı mimarlığının başlıca aktörlerinden olan Alexandre Vallauri’nin kariyerinin son döneminde üzerinde çalıştığı İzmir Gümrük Binası ek salonu (1906-1909) ile Eminönü (1905-1909) ve Selanik (1907-1912) gümrük binaları, arşiv belgeleri ve alan çalışmalarının ışığında incelenip tanıtılmıştır.

 

Sözkonusu gümrük binaları,  bu üç önemli liman kentinin rıhtım ve liman altyapı projelerinin son aşaması olarak planlanmıştır. Yetersiz gümrük hizmetlerini yeni ve modern tesislerle geliştirme ihtiyacı içinde ve büyük masraflarla, büyük beklentileri karşılamak üzere girişilmiş işlerdir. Beklentiler doğrultusunda yeni teknolojiyi içermesi gereken yarı-endüstriyel yapılardır. Deniz kıyısında olmaları ve büyük boyutları nedeniyle bazı özel teknik zorluklar içeren projelerdir. Yine deniz kıyısında ve kentlerin önyüzü konumunda olmaları nedeniyle mimari tarzları önem taşımaktadır. Binaları, ilgili limanların imtiyaz sahibi şirketler yaptırmakla beraber, bina programı ve tasarımı Rüsumat Emaneti tarafından yapılıyor; yapım süreçleri ile ilgili kararlar, Vallauri ile beraber, Naf’ıa nezareti ve ilgili başka kurumlardan teknik kişilerin de olduğu komisyonlarda alınıp uygulanıyordu.

 

Bu üç bina içinde en az tartışmaya konu olan İzmir gümrüğü ek salonu, denizden doldurulan alan üstünde, Vallauri imzalı çizimlerde detaylarını görebildiğimiz dökme demir strüktür ile inşa edilmiştir. 1890’larda Eminönü’nde dökme demir olarak inşa etmek istediği antrepolar için Jasmund’un sert muhalefeti karşısında değişiklik yapmak zorunda kalan Vallauri’ni, burada kendinden emin bir dökme demir strüktür  uygulaması  söz konusudur.

 

Selanik gümrüğünün ise, tasarım işleri Vallauri, uygulama ve statik işleri , dönemin ünlü Fransız Hennebique betonarme firmasının temsilcisi, Selanikli genç mühendis Elie Modiano tarafından yapılmıştır. Rıhtımın,  bu ağır binayı taşıyabilmesi için özel bir temel sistemi kullanılmış, bina betonarme olarak inşa edilmiştir. Benzer şekilde Eminönü gümrüğü için de, imtiyaz sahibi şirketin mühendisi Saboreaux’nun talebiyle, Hennebique firması betonarme projesi üretmiştir. Fakat burada betonarme kararı güçlükle ve imtiyaz sahibi şirketin ısrarlı çabası, Hennebique’in desteğiyle verilebilmiştir. Betonarme sistemlerin maliyet hesabı da hem Selanik hem Eminönü için ayrı bir tartışma konusu olmuş, yerel otoriteler özellikle Eminönü’nde ‘som kargir’ sistem kullanılmasında ısrarlı olmuştur. Bunlara paralel olarak özellikle Kemalettin Bey’in, Vallauri’nin çok ağır ve büyük bulduğu tasarımlarına tenkidleri ve rıhtımların bu yükü kaldıramayacağına dair görüşü, belgelerde mevcuttur.

 

Eminönü gümrüğü yapılırken boyutlarda bir değişiklik olmasa da  ilk projedeki cepheler  ve ana giriş holü planı değiştirilmiştir. Belgelere göre yapım maliyeti ile ilgili tüm tartışmalarda yeralan Vallauri, inşaatın planlara uygun yapılmasından da sorumludur.  Öte değişiklik yapılan cephelerin yeni hali Vallauri tasarımı olan Selanik gümrük binaları ile büyük bir benzerlik göstermektedir. Her iki binanın da cephesi, Rönesans saray mimarisi benzeri bir cephe düzeni içerisinde neoklasik bezeme ögeleri kullanılarak tasarlanmıştır.  Mansard çatı, üçlü pencere düzenleri, üçgen alınlıklar dikkati çeken ögelerdir. Büyük ışıklıklar, dökme demir strüktür ve dökme demir mimari ögeler ile desenli cam kullanımı sözkonusudur. İç mekanda kimi yerel tarihi referanslar içeren stilize mimari ögelere de yer verilmekle beraber, bu binalarda hiçbir oryantalizm izi görülmez.  Liman girişinde, tamamen batılı etki yaratan yapılardır.  Rasyonel , kolay okunur planlara sahip bu çok aydınlık yapılarda Beaux Arts ilkelerine bağlılık gözlemlenmektedir.

 

İmtiyaz karşılığı yaptırılan liman ve gümrük inşaat işlerinin ihaleleri, hem yerli, hem Avrupalı kişi ve şirketlerin ciddi rekabetine sahne olmaktaydı. Bu kapsamlı ve pahalı imar faaliyeti, kentlerinin önem kazanmasını, modernleşmesini isteyen elit kesim tarafından desteklense de,  istimlakler ve deniz dolguları dolayısıyla, mülk sahiplerinin, yerel halkın, imtiyaz sahibi şirketlerden liman hizmetleri almak durumunda olan tüccarların, yerel basının, modernleşen ve soylulaşan liman bölgesinden uzaklaştırılan ve makina kullanımı nedeniyle işlerinden olan liman işçilerinin tepkisini çekebiliyordu. Kısacası her kesimden kişinin bu dönüşüme ve ilgili inşaatlara  dair talep ve beklentileri vardı.  Öte yandan yirminci yüzyıl başı Osmanlı mimari üretiminde, gerek 1890’ lardan itibaren bina yapım süreçlerinde ortaya çıkan mimar-mühendis çekişmesi  gerekse 1894 İstanbul depremi sonrası yoğunlaşan strüktürde sağlamlık arayışları özellikle etkili olmuştur.

 

Sonuçta, bu kentsel dönüşümler, mimarlar üstünde hem politik, hem teknik anlamda, hem de kullandıkları mimari tarza dair ciddi baskılar yaratmış olmalıdır. Mimarların kendilerini kanıtlamak ve iş alabilmek için, çok çeşitli talep ve beklentilere yanıt veren optimal çözümler bulmaları ve özellikle yeni inşaat teknolojileri konusunda doğru seçimler yapmaları gerekiyordu.  Daha yeni de olsa, betonarme teknolojisi, Osmanlı kent mimarisinde yirminci yüzyıl başından itibaren hatırı sayılır uygulama alanları bulmuştu. Mühendislik hizmetleri de büyük önem kazanırken, Osmanlı mimarı, üretimde sağlamlık-fiyat dengesini de gözeterek önem ve pozisyon kaybetmeden mühendislerle işbirliği yapma durumundaydı. 1909’da İkinci Meşrutiyet hareketiyle ise, bu talepler azalmadığı gibi, yabancı kapitalin geri çekilip inşaat piyasasının daralması mimarların durumunu daha da zorlaştırmış olsa gerektir. Tüm bu süreç boyunca aktif bir kariyeri olan Vallauri’nin mimari tutum ve tercihleri ile özellikle bu dönemde üzerinde çalıştığı gümrük binalarının hikayesi ve mimarın erken denebilecek bir yaşta verdiği emeklilik kararı, dönem mimarlığının gündemi ve dönüşümü hakkında  ipuçları vermektedir.


Full Text:

PDF


DOI: http://dx.doi.org/10.4305/metu.jfa.2014.2.3

Refbacks

  • There are currently no refbacks.